top of page

Oksijen – Oxygène

  • Mehmet Karasinan
  • 1 Tem 2021
  • 3 dakikada okunur




Haute tension, The Hills Have Eyes ve Crawl gibi korku-gerilim filmleriyle tanınan Fransalı yönetmen Alexandre Aja‘nın yeni filmi Oksijen – Oxygène, 12 Mayıs’ta Netflix’e teşrif etti. Kariyerinin ilk döneminde şiddet dozu yüksek, body horror‘dan beslenen filmlere imza attıktan sonra yakın dönem filmlerinde daha konvansiyonel korku sularına dalan Aja, Oksijen’de ise korku kökenlerini hepten geride bırakıp, gerilim ve bilimkurgu türlerini harmanlayan bir işe imza atıyor. Pek çok kişinin Inglourious Basterds‘ın Shosanna’sı olarak hatırlayacağı Mélanie Laurent’un başrolünü üstlendiği film, teknolojik bir tabutu andıran bir kriyojenik tankında uyanan ve oksijeni tükenip ölüme mahkum olmadan önce sadece birkaç saati olduğunu fark eden genç bir kadını takip ediyor. Kim olduğu ya da oraya nasıl geldiği hakkında hiçbir şey hatırlamayan kadının, oksijen göstergesi sıfırı göstermeden önce oradan kurtulmak için zihninin derinlerinde saklı olan cevapları bulması gerekiyor.

Neredeyse tamamı kriyojenik tankın içinde geçen film, bu yanıyla 2010 yapımı Toprak Altında – Buried filmini akıllara getiriyor. Ancak Buried’in akıllarda yer etmesini sağlayan, izleyiciyi gerim gerim geren o klostrofobi hissi, Oksijen’de yönetmenin tercihleri nedeniyle sık sık bölünüyor ve izleyiciyi de mental olarak o dar alanın içine çekecek olan adrenalinin tetiklenmesini engelliyor. Aja, tek mekânda geçen bu 100 dakikalık film boyunca izleyicinin ilgisini koruyacak numaralar buluyor bulmasına ama filmin gerilimini besleyen klostrofobi hissini yeterince işlevselleştiremediği için bu numaralar amaçlanan etkiyi yaratamıyor. Daha önce de tek mekânda geçen filmlere imza atan yönetmen, bu tarz filmleri ilk bakışta ilgi çekici kılan numaraların tekrarlandıkça sıkıcı hâle geldiğinin farkında olsa gerek ki ikinci yarıda bunları geri plana atıp çözülmesi gereken bulmacayı ön plana sürüyor, ancak bu kez de gereksiz şekilde art arda dizilmiş twist‘lere bel bağlayan senaryo ayağına dolanıyor.

Oksijen, ne tek mekânda geçen klostrofobik bir gerilim olarak, ne de izleyiciye akıl oyunları oynatan bir bilimkurgu olarak etkileyici bir iş ortaya koyamıyor belki ama bu ikisinin birbirini desteklemesi ve Mélanie Laurent’un filmi taşıyan performansı sayesinde en azından sonuna kadar izleyicinin ilgisini korumayı başarıyor.

***Yazının bundan sonraki bölümü Oxygène ile ilgili keyif kaçırıcı detaylar (spoiler) içerebilir.***

Oksijen: Klostrofobiden Beslenen Gerilim

Oksijen, daha açıldığı ilk andan itibaren ana karakteri gibi izleyiciyi de bir dizi soruyla baş başa bırakıyor. Sonradan adının Liz Hansen olduğunu öğreneceğimiz ana karakterimiz neden bu tankın içinde ve buraya nasıl geldi? Kendi rızasıyla gerçekleşen bir prosedür sırasında bir şeyler ters mi gitti yoksa ona zarar vermek isteyen birileri kasıtlı olarak onu ölüme mi mahkum etti? Bir de tabii kriyojenik tankının akıllı destek birimi MILO var. Mathieu Amalric’in başarılı seslendirmesiyle hayat bulan MILO, Liz Hansen ile birlikte filmin iki ana karakterinden biri olarak karşımıza çıkıyor. Ancak MILO’nun varlığı da önemli soruları beraberinde getiriyor. Bunun geleceğe ait bir teknoloji olduğunu kısa süre içinde anlamaya başlıyoruz ama zamanda tam olarak ne kadar ileri gittiğimiz son anlara kadar belirsizliğini koruyor. Oksijen’in önemli zaaflarından biri de bu noktada kendisini gösteriyor. Senarist Christie LeBlanc ve senaryo üzerinde uzunca bir süre çalışan Aja, iyi fikirlerle yola çıkıyor belki ama bu fikirleri derinlemesine düşünüp tutarlı bir anlatı kurmak için gerekli çabayı göstermiyorlar. Son perdeye gelip de karakterimizin 21. yüzyılın sonlarında, yaşanabilir bir gezegene doğru yol alan bir uzay gemisinin içinde olduğunu öğrendiğimizde, en büyük numarası internet arşivlerine ulaşmak ve kendisine sorulan soruları ancak spesifik olarak belirtildiğinde cevaplamak olan MILO, bir anda zamanının epey gerisinde kalıyor. Fütüristik bir tasarım ve teknolojilerle donatılmış bir uzay gemisinin içinde SIRI’den hâllice bir yapay zeka olması, Aja’nın Liz’in hayatta kalma mücadelesini tek odak noktası yapıp, geri kalan her şeyi buna hizmet edecek araçlar olarak gördüğünü gösteriyor. Çünkü MILO’yu dönemine uygun bir yapay zeka yapmak, film ilerledikçe açığa çıkan sürprizleri izleyici için daha tahmin edilebilir kılacağı gibi Liz’in içinde bulunduğu duruma çözüm bulmasını da çok daha kolay hâle getirecektir. Zira karakterin zihninin derinliklerinde yaptığı onca sorgulamanın ardından bulduğu çözüm, MILO’nun, güvenliğinden sorumlu olduğu yolcunun içinde bulunduğu durumu analiz edip pekâlâ en baştan sunabileceği bir cevap. Bu yüzden olsa gerek ki yönetmen MILO’nun filmin geçtiği dönemle tutarlı olmasını değil, istediği gerilimi yaratmasına hizmet edecek kapasitede olmasını tercih ediyor. Senaryodaki bu tutarsızlıklara rağmen kriyojenik tank ve MILO’nun başarılı tasarımı için yapım tasarımcısı Jean Rabasse’ın, bu tankın sınırları içindeki dinamik kamera kullanımı için de görüntü yönetmeni Maxime Alexandre ve Aja’nın hakkını vermemiz gerekiyor.

MILO aracılığıyla kriyonejik tankın sınırları içinde izleyiciye sunabileceği cevapları ve Liz’in anılarını göstermek için sık sık tankın dışına çıkıp, bir de bunu yaparken ferah, güneşli günlerden anlar göstererek izleyicinin o klostrofobik atmosferden sıyrılmasına sebep olan Aja, hiçbir şeyi izleyicinin hayal gücüne bırakmayıp gösterme huyunu filmin son anlarına kadar sürdürüyor. Aja’nın bu tercihleri ve bir noktadan sonra sadece yeni gizemler yaratmaya hizmet eden twist‘leri Oksijen’i aşağı çekiyor olsa da, dar bir mekânın sınırları içinde yarattığı ve son anına kadar koruduğu gerilim filmin itici gücü olarak görevini yerine getiriyor.

 
 
 

Kommentare


Yazı: Blog2_Post
bottom of page